Tiyatro Nedir?
Bir
öyküyü, sahne olarak ayrılmış bir yerde, oyuncuların söz ve hareketleriyle
canlandırma sanatı.
Tiyatro sözcüğü Yunanca'da "seyirlik yeri" anlamına gelen theatron'dan türetilmiş, dilimize İtalyanca'daki teatro sözcüğünden geçmiştir. Günümüzde modern bir tiyatro binası başlıca üç bölümden oluşur.
- İzleyicilerin oturarak oyunu izlediği oditoryum;
- Oyunun sergilendiği sahne;
- Sahnenin iki kenarında ve arkasında, çeşitli dekor ve gereçlerin bulunduğu sahne arkası yada kulis.
TİYATRONUN KÖKENİ
Tiyatro da başka sanatlar gibi dinsel törenlerden doğmuş, sonra dinden bağımsızlaşarak sanatlaşmıştır. Kökeninde, ilkel insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabaları yatar. Avrupa'da Üst Paleolitik Çağdan (İ.Ö 40-10 bin yıl önce) kalma mağara resimlerinde, ellerine ve yüzlerine hayvan postları geçirmiş insanların ritmik hareketler yaptığı görülmektedir. Bunlar, maske ve köstüm kullanımının, dolayısıyla tiyatronun ilk örneği sayılır. Maske, kişinin kendi kimliğinin aşarak başka kimlikleri ve daha genel varlık biçimlerini temsil etmesinin en etkin yollarından biridir.
Tiyatro sözcüğü Yunanca'da "seyirlik yeri" anlamına gelen theatron'dan türetilmiş, dilimize İtalyanca'daki teatro sözcüğünden geçmiştir. Günümüzde modern bir tiyatro binası başlıca üç bölümden oluşur.
- İzleyicilerin oturarak oyunu izlediği oditoryum;
- Oyunun sergilendiği sahne;
- Sahnenin iki kenarında ve arkasında, çeşitli dekor ve gereçlerin bulunduğu sahne arkası yada kulis.
TİYATRONUN KÖKENİ
Tiyatro da başka sanatlar gibi dinsel törenlerden doğmuş, sonra dinden bağımsızlaşarak sanatlaşmıştır. Kökeninde, ilkel insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabaları yatar. Avrupa'da Üst Paleolitik Çağdan (İ.Ö 40-10 bin yıl önce) kalma mağara resimlerinde, ellerine ve yüzlerine hayvan postları geçirmiş insanların ritmik hareketler yaptığı görülmektedir. Bunlar, maske ve köstüm kullanımının, dolayısıyla tiyatronun ilk örneği sayılır. Maske, kişinin kendi kimliğinin aşarak başka kimlikleri ve daha genel varlık biçimlerini temsil etmesinin en etkin yollarından biridir.
ANTİK ÇAĞ TİYATROSU
Tiyatro ilk kez IO 6. yüzyılda Yunan toplumunda dinsel törenden özerkleşerek bir sanat türü haline geldi; dinsel ya da pratik ölçütlerle değil, estetik ölçütlerle değerlendirilen bir "oyun" a dönüştü. Yunan toplumunda tiyatronun öncülü, şarap, bereket ve bitkiler tanrısı Dionysos'u kutsamak için yapılan Bacchanolia şenliklerinde bir koronun söylediği dithyramboy şarkılarıydı. Koro, bu şarkılarda, farkı kişilerin konuşmasını canlandırmak için söz ve tavır değişikliğinden yararlanıyordu. Daha sonra, oyuncu ve oyun yazarı Thespis, koronun karşısına, farklı kişilikleri farklı maskelerle temsil eden bir oyuncu koydu. Böylece daha karmaşık konular ele alınabiliyor, farklı anlatım biçimleri denenebiliyordu. İÖ 534'te Atina'daki ilk tiyatro şenliğinde, Thespis'in bir tragedyası ödül kazandı. Bu tarihten sonrada tragedyalar Dionysos şenliklerinin bir parçası olarak gelenekselleşti.
İÖ 5 . yüzyılın ilk yarısında, Aiskhylos, koroyu 50 kişiden 12 kişiye indirerek ve ikinci bir oyuncu ekleyerek bugünkü Batı tiyatrosunun da temelini attı. Artık birden fazla kişi arasında yaşanan bir olayın, bir ilişkinin, sahnede canlandırılması olanağı doğmuştu. Aiskhylos, tragedyayı Dionysos cümbüşündeki azgın ve utançsız kökeninden de kopardı. Tiyatro önemli kişilerin başından geçen önemli olayları yüceltmiş bir üslupya temsil etme sanatı haline geldi. Efsaneleri, mitleri ve efsaneleşecek kadar eski olayları işleyen tragedyanın dinsel, ahlaki ya da siyasi bir mesaj vermesi, toplumu ve evreni bir bütün olarak temsil etmesi bekleniyordu.
Eski Yunan tiyatrosunun önemli bir özelliği
kamusallığıdır. Oyunları ortalama 10 bin ile 20 bin seyirci aynı anda izleyebiliyordu.
Eski Yunan oyunları, Sofokles'in trajedileriyle teknik yetkinliğe ulaşmıştır.
Sofokles oyunlarında dekor kullanan ilk tiyatro yazarıdır. Aiskhylos, Sofokles
ve Euripides konularını mitolojisinden alan oyunlar yazmıştır. Bu üç yazar,
sonradan Aristo'nun Poetika adlı yapıtında belirlediği kurallara uygun oyunlar
yazmışlardır. Bu kurallardan biri zaman, yer ve eylemde birliktir.
ORTA ÇAĞ TİYATROSU
Hristiyanlık, geleneğin sürekliliğinin
parçalandığı bir ortamda, kendi tiyatrosunu yoktan var etti, kendi
inançlarından yeni bir tiyatro türetti. Ortaçağ, kilise tiyatrosunun yanı sıra
akrobatların, soytarıların, hokkabazların tek kişilik yada grup halinde yaptığı
gösterilerde hem halk arasında hem de saraylarda ilgi görüyordu. Ama tiyatroyu
yeniden kurallı bir oyuna, yani sanata dönüştüren, oyunun yazılı öğesini
vurgulayan kilise oldu.
Başlangıçta, oyunlar, "ev" adı verilen süslenmiş tahta
platformlar üzerinde oynanıyordu. İtalya'da bir alanın ortasında oturan
seyirciler, alanın çevresine yerleştirilmiş platformlar üzerinde oynanan oyunu
izliyordu. İngiltere'de ise oyunlar araba gibi çekilen pagent adı verilen
tekerlekli sahnelerde oynanıyordu. Gizem oyunları başlangıçta Latince
diyaloglardan oluşurken, sonradan yerel diller yaygınlaştı. Bu da oyunların
halk geleneğinden ve mizahi öğelerden yana zenginleşmesini sağladı.
Ortaçağ tiyatro düşüncesi yeni bir görüş
üretmemiş, türlerin ayrımı, ahlak eğitimi gibi antik dönem kuramcılarının
düşüncelerini yinelemiş, tragedyada yıkımın yazgı olduğunu vurgulamıştır.
Tiyatro düşüncesinin gelişmemiş olmasının nedeni, ortaçağda tiyatronun
yasaklanması, din adamlarının tiyatronun zararları üzerinde bildiriler
yayımlamış olmalarıdır.
RÖNESANS TİYATROSU
Rönesans tiyatrosu İtalya'da başladı, ama en önemli ürünlerini Rönesans'ı
geç yaşayan İngiltere gibi ülkeler verdi. 15. yüzyılda İtalya'da Plautus,
Terentius ve Seneca'nın oyunları yeniden okunmaya başlamıştır. Yüzyılın sonuna
doğru bu yazarların oyunları önce Roma, sonra Ferrara'da sahnelenmiştir.
İtalyan Rönesans tiyatrosu, mimarlık açısından da klasik tiyatroya öykünüyordu.
1414'te, Romalı mimar Vitruvius'un Mimarlık Üzerine adlı kitabı keşfedildi ve
Avrupa dillerine çevrildi. Bu yapıta dayanılarak İtalya'da Roma tiyatroları
inşa edilmeye başladı. Bu çalışmaların ürünü olan Venedikli mimar Andrea
Palladio'nun tasarlayıp 1585'te Vincenzo Scamozzi'nin tamamladığı Vicenzo'da ki
Olimpico Tiyatrosu, Avrupa'nın günümüze ulaşan en eski kapalı tiyatrosudur.
Scamozzi, geri plandaki kemerlerin arkasına, sokak sahnelerini gösteren üç
boyutlu perspektif panoları yerleştirmişti. Rönesans tiyatrosunun en özgün
yönlerinden bir de perspektife verdiği önemdir.
Fransa'da düzenli tiyatro toplulukları 16.
yüzyılda yaygınlaşmıştır. Bunların repertuvarında, ibret ve mucize oyunları
kadar, kaba bürlesk ve parodiler de yer alıyordu. Ama Fransa'nın öbür Avrupa
ülkeleri gibi özgün bir yerel tiyatro geleneği yoktu. Bu yüzden İtalyan
Rönesansı'nın etkisini kolayca benimsedi. 17. yüzyılda ülkenin güçlü bir
merkezi yönetim altında birleşmesini sağlayan Başbakan Kardinal Richeliu, en
gelişmiş sahne teknolojisini içeren bir tiyatro binası yaptırdı. Richeliu,
trajedi ile komedinin birbirinden ayrılması, tiyatrodan traji-komik öğelerin
atılması içinde çalıştı. Ama dönemin üç önemli yazarından biri olan
Corneille'in Le Cid'i Kardinalin yerleştirmeye çalıştığı klasik birlik
kurallarını hiçe sayan bir trajikomediydi. Corneille'in rakibi Racine ise
klasikçi kuralların içinde kalarak trajediye romantik bir ton kazandırdı.
Konularını Yunan-Roma mitolojisinden ve tarihten alan bu iki yazara karşılık
Moliere, Fransız toplumunun gündelik yaşamından aldığı tiplerle kendi çağını
aşan bir modern komedi anlayışının kurucusu oldu. Üstelik, dönemin en sevilen
oyun yazarıydı.
ORTA SINIF TİYATROSUNUN DOĞUŞU
18. yüzyılın Avrupa tiyatrosuna getirdiği en
büyük yenilik, yükselmeye başlayan orta sınıf için üretilen burjuva
oyunlarıydı. Bu türün öncülüğünü Fransa'da Diderot, Almanya'da da Lessing
yaptı.
Eski canlılığı yitiren commedia dell'arte
geleneği ise Fransa'da Marivaux, İtalya'da da Goldoni ve Gozzi'nin oyunlarıyla
daha edebi ve düşünsel bir yaşama kavuştu.
19. YÜZYIL ve ROMANTİZM
19. Yüzyıl romantizm çağıydı. Romantizmin
başarılı olduğu edebiyat türü ise tiyatro değil, şiirdi. Bununla birlikte,
Almanya'da daha 18. yüzyılın sonlarından başlayarak oldukça iddialı bir
romantik tiyatro ortaya çıktı.
ÇAĞDAŞ TİYATRO
Batı tiyatrosu bugün de genel olarak Stanislavski'nin sahne düzeni
ve oyunculuk anlayışına dayalı bir gerçekciliği sürdürmekle birlikte, 20.
yüzyılın ilk yarısında dışavurumculuk, gelecekçilik ve Bertolt Brecht'in epik
tiyatrosu gibi gerçekçilik karşıtı akımlar da etkili oldu. Bu akımların hepsi
farklı amaçlar ve yöntemlerle de olsa, sanatın gerçeği yansıttığı düşüncesine
karşı çıktılar; doğallık yanılsamasını kırarak sanatın doğal değil yapılmış bir
şey olduğunu savundular. Geliştirdikleri deneysel teknikler tiyatroyu bir vakit
geçirme ve eğlenme aracı olmaktan çıkardığı için de çoğu zaman seyirci
çekemedi, hatta skandallara yol açtı.
Turk
Batı tiyatrosunun Türk kültürüne tam anlamıyla aktarılması
Tanzimat’ta oluşmuştur. Batı tiyatrosunun, 1839 Tanzimat Fermanı’nın öngördüğü
ilkeler doğrultusunda Batıya yönelen Osmanlı toplumuna girişi, geleneksel Türk
tiyatrosuna bir yandan bir çok olumlu katkıda bulunurken, bir yandan da onun
çağdaş doğrultuda gelişmesini engellemiştir. Batı modeli tiyatronun
benimsenmesiyle Türk tiyatrosuna yeni bir yöneliş içine girmiştir. Her şeyden
önce tiyatro da yazılı metne geçilmiş, yabancı yazarlardan yapılan çeviri ve
uyarlamalar yanında Türk yazarları da oyun yazmaya başlamışlar, böylece Batıya
oranla çok geç de olsa bir dram geleneği başlamıştır. Batı modelinde tiyatronun
Türkiye’ye gelmesi sonucunda çerçeve sahneli yeni tiyatro yapıları kurulmuş,
topluluklar bu tiyatrolarda düzenli olarak oyun sergilemeye başlamışlardır.
Böylece tiyatroyu kurumsallaştırma yönünde önemli bir adım atılmıştır. Batı
tiyatrosu modelini benimseyen Türk tiyatrosunun gelişimi çok genel bir
yaklaşımla iki aşamada incelenebilir.
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması
arasında (1839- 1923) yer alan hazırlık aşaması ve Cumhuriyetin kuruluşundan
günümüze uzanan gelişme aşaması.
1839- 1923 DÖNEMİ
Çağdaş Türk tiyatrosuna ilk öneli adım 1860′ta yapılan Gedikpaşa
Tiyatrosu’yla atılmıştır. 1861′de bu tiyatroyu kiralayan Güllü Agop, 1868′de
Osmanlı Tiyatrosu adlı bir topluluk kurarak Türk yazarlarına ve Türkçe oyunlara
yöneldi. 1870′te Sadrazam Ali Paşa’nın İstanbul’un çeşitli bölgelerinde Türkçe
oyunlar sergileyen tiyatrolar kurması koşuluyla kendisine sağladığı destekle,
Türkçe oyunlar oynama imtiyazını 10 yıl elinde tutan Güllü Agop’un topluluğunda
Ermeni oyuncular yanında Müslüman Türk oyuncularda yetişti. Bu oyuncular içinde
en ünlüsü Ahmed Fehim’dir. Osmanlı Tiyatrosu’nda Namık Kemal, Ahmed Mithat
Efendi, Abdülhak Hamid, Recaizade Mahmut Ekrem gibi ünlü şair ve yazarların
yapıtları, Ahmed Vefik Paşa’nın usta işi Moliere uyarlamaları, özellikle ünlü
Fransız melodram, güldürü ve vodvillerinin çevirileri, kantolar, müzikli
oyunlar ve operetler sahnelendi. Güllü Agop’un Osmanlı Tiyatrosuna yön verdiği
15 yılın en önemli sonuçlarından biri de izleyicinin tiyatroya alışması oldu.
Bu arada padişahlarda tiyatroya büyük ilgi gösteriyordu. Abdülmecid 1858′de
Dolmabahçe sarayının yakınında bir saray tiyatrosu, tiyatroya baskı ve sansür
koymasıyla ünlü Abdülhamid de 1889′da Yıldız Sarayı’nın bahçesinde yabancı
tiyatro ve opera oyunlarının sahnelendiği bir tiyatro salonu yaptırdı.
Türkiye’de Batılı anlamda tiyatronun kuramsallaşması ve Türkçe
oyun sergilenmesi yolunda Ermeni sanatçıların katkısı, melodrama ağırlık veren
Mardiros Mınakyan ve Ahmed Vefik Paşa’nın Moliere uyarlamalarına ağırlık veren
Tomas Fasulyeciyan’ın katkılarıyla sürdü. Bu dönemde halk tiyatrosu
sanatçılarının tuluat adı verilen yeni tür bir tiyatro geliştirdiği görüldü.
Batı tiyatrosunun konukları ve tipleriyle geleneksel tiyatronun tiplerini ve
oyunculuk biçimini birleştiren ve doğaçlamaya dayanan tuluat, bir anlamda
ortaoyunun sahne üstüne çıkarılmış biçimiydi. Ortaoyunu ustalarından Kavuklu
Hamdi’nin önderliğinde 1875′te ortaya çıkan bu tür, Cumhuriyet’in ilk yıllarına
değin yaygın bir biçimde yaşadı. Ayrılmaz öğesi olan kantoyla birlikte
İstanbul’un Şehzadebaşı semtinde ramazan ayında şenlenen Direklerarası’nın
başlıca gösterilerinden biri olmayı sürdürdü. Türk oyuncuların eğitimi için bir
konservatuvar ve yerel yönetimce parasal açıdan desteklenen bir uygulama
sahnesi oluşturulması yolunda ilk adım ise 1914′te Darülbedayi’nin kurulmasıyla
atıldı; ilk Türk-Müslüman kadın sanatçı olan Afife Jale’de sahneye ilk kez
1920′de Darülbedayi’de çıktı. Tiyatroda Batı modelinin benimsendiği hazırlık
aşaması döneminde oyun yazarlığında patlak bir atılım görülmedi. Yazarlar, daha
önce hiç denemedikleri bir türde kalem oynatırken ister istemez Batılı ustalara
öykündüler. Türk yazarları en çok etkileyen yabancı kaynaklar Victor Hugo’nun
,Shakespeare’nin, Moliere’nin oyunlarıyla yabancı melodramlar oldu. Bu bakımdan
Türk dram sanatının İbrahim Şinasi’nin yazdığı ve ilk özgün Türk oyunu olan
Şair Evlenmesi’yle (1860) başladığı kabul
edilir. Bu oyunu, özellikle romantik yurtsever duygularıyla yüklü oyunlar
izledi. Bu yapıtlar içinde en ünlüsü Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistresi’ydi
(1873). Meşrutiyet’ten sonra da özgürlük konusunu işleyen romantik tarihsel
oyunlar ağırlık kazandı. 1839- 1923 dönemi içinde yazılan oyunlar genel olarak
komediler, tarihsel dramlar, romantik dramlar, orta sınıf trajedileri ve
melodramlardı. Bu dönemde yazılmış yüzlerce oyundan günümüzde de oynanabilir
olanların sayısı çok azdır. Bu tür oyunların başında Ahmed Vefik Paşa’nın Moliere’den
yaptığı uyarlamalarla oyun yazarlığını Cumhuriyet döneminde de sürdüren
Musaphizade Celal’in Batı’nın töre komedisi geleniği içinde Osmanlı toplumunu
eleştirdiği oyunlar gelir.
1923′TEN GÜNÜMÜZE
Cumhuriyet döneminde tiyatroda Batı modelini benimseyen Türkiye,
gerek tiyatronun kurumsallaşması, gerekse oyun yazarlığının gelişmesi
bakımından önemli atılımlara sahne oldu.
Tiyatroyu Türkiye’de çağdaş bir sanat alanına dönüştürme yolunda
ilk büyük katkı ünlü tiyatro ve sinema adamı Muhsin Ertuğrul’dan geldi.
1927′de, Darülbedayi’nin başına geçen Ertuğrul, yerli yazarları
yüreklendirmesiyle, izleyiciye sunduğu çağdaş çeviri oyunlarla, sahneleme,
oyunculuk ve dekor kullanımında güncel anlayışı yerleştirmesiyle, yetişmelerine
katkıda bulunduğu kadın ve erkek oyuncularla bugünkü Türk tiyatrosunun
temellerini attı.
Eğitim görmüş tiyatrocuların yetişmesinde büyük hizmet vermiş olan
Ankara Devlet Konservatuvarı ise, Musiki ve Temsil Akademisi’nin bir bölümü
olarak açıldı. Burada, ilk mezunların çıktığı 1941′de Tatbikat sahnesi
oluşturuldu. Bu hazırlık aşamalarından sonra da 1949′da Devlet Tiyatroları
resmen kuruldu.
1950′den sonra tiyatro kuramlarının gelişmesi bakımından önemli
atılımlar gerçekleştirilmeye başlandı. Tiyatronun yaygınlaştırılması yolunda
devlet eliyle sürdürülen çabalar sonucunda Devlet Tiyatroları, Ankara ,İstanbul,
İzmir, Bursa , Adana ,
Trabzon ve Diyarbakır
gibi kentlerde perdelerini açarak ve turneler düzenleyerek Türkiye’nin her
yanında izleyiciye ulaşır hale geldi. Yetmiş yılı aşan tarihi boyunca çeşitli
iniş çıkışlar yapan İstanbul Şehir Tiyatroları da çeşitli semtlerde beş sahneye
sahip oldu. Türk tiyatrosunun gelişmesinde her zaman önemli rol oynamış olan
özel tiyatroların sayısında 1960′larda büyük bir artış görüldü. Etkinliklerini
1960′lardan bu yana sürdüren özel topluluklar arasında Kent Oyuncuları, Ankara
Sanat Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu ve Dostlar Tiyatrosu sayılabilir. Oyunculuk
ve sahneleme açısından Batı modelini izleyen ödenekli ve özel tiyatrolar
yanında, ortaoyunu ve tuluat tiyatrosunun oyunculuk tarzını sürdüren özel
topluluklar da oldu. 1970′lerin ortalarında pek çok özel tiyatro kapandı, yeni
açılanların bir bölümü de başarılı olamadı. 1980′lerin ortalarından bu yana
İstanbul’daki özel tiyatrolar yeniden bir canlanma dönemine girdiler.
Türk oyun yazarlığı, Cumhuriyet döneminde Batı modelini uygulayan
tiyatronun kurumsallaşması yolunda yapılan atılıma koşut olarak gelişme
gösterdi. Gerçekçi Avrupa tiyatrosundan büyük ölçüde etkilenen Türk yazarları,
gerçekçi doğrultuda yazdıkları oyunlarda öncelikle, Osmanlı toplumundan modern
Türk toplumuna geçilirken yaşanan sancıları dile getirdiler. Bu geçiş dönemini
yansıtmakta en başarılı olmuş yapıtlar Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü
(1930) ve Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı’sı (1984) idi. Çok üretken bir yazar
olan Cevat Fehmi Başkut ise toplumsal eleştirel yaklaşımını çoğunlukla güldürü
çerçevesi içine yerleştirdi.
Türk oyun yazarlığında Cumhuriyetin ilk 30 yılında ağırlık kazanan
eleştirel gerçekçi yaklaşım etkisini günümüze değin sürdürdü. 1950′lerden çok
partili döneme geçildiğinde devlet yönetimine ilişkin siyasal sorunlarda
tiyatro sahnesinde gündeme getirildi. Aynı zamanda, toplumsal sorunları
yansıtma aşamasından, bu sorunların kaynak ve nedenlerini irdeleme aşamasına
geçildi. Bu dönemde Türk tiyatrosu yeni yazarlar kazandı. Aziz Nesin ve Haldun
Taner bildik gerçekçi dram kalıplarını zorlayarak yeni biçim denemelerine
giriştiler.
1960′lar Türk tiyatro edebiyatı içinde parlak bir dönem oldu.
Siyasal, ekonomik, kültürel açılardan önemli bir bilinçlenme aşamasının
yaşandığı bu dönemde tiyatro, işçi ve köylü kesiminin sorunlarına eğildi. Bir
yandan, orta sınıftan ailelerin yaşadığı toplumsal ve ekonomik sorunları
irdeleyen gerçekçi oyunlar yazılırken, köy ve gecekondu ortamı da yaşama ve
giyinme biçimi ve dil özellikleriyle sahneye getirildi.
Bu dönemin en yaygın türlerinden biri de konularını Osmanlı
tarihinden, halk kahramanlarının yaşamlarından ve mitolojiden alan, şiir
diliyle yazılmış oyunlardır. Güngör Dilmen, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu,
Necati Cumalı bu doğrultuda yapıtlar verdiler. 1960′ların sonlarına doğru
siyasal içerikli belgesel oyunlarda yazılmaya başlandı. Sermet Çağan’ın,
Brecht’in epik tiyatro yöntemini doğrudan uyguladığı Ayak Bacak Fabrikası
(1964), bu dönemde toplumcu gerçekçi yaklaşımın bir örneği oldu.
Türk oyun yazarlığına öz ve biçim açısından kişiliğini kazandırma
yolunda önemli bir katkı 1960′larda Haldun Taner’den geldi. Ahmet Kutsi
Tecer’in 1940′larda geleneksel Türk tiyatrosunun gevşek dokulu oyun yapısını ve
göstermeci anlatımını kullanarak yazdığı Köşebaşı oyununun ardından, 1950′lerde
ve 1960′ların başlarında göstermeci anlatımı kullanma ve tiyatroda açık biçim
anlayışını benimseme yolunda oyun denemeleri yazmış olan Taner, 1964′te Gülriz
Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından sahnelenen Keşanlı Ali Destanı’yla
geleneksel Türk tiyatrosunun belirleyici özelliklerini çağdaş anlamda toplumsal
siyasal bir içerikle birleştiren yeni bir yerli türün, yerli epik müzikalin
yaratıcısı oldu.
1970′lerde pek çok topluluk ağırlıkla politik tiyatro üstünde
durdu. Bu dönemde sık sık yerli ve yabancı siyasal-belgesel oyunlar sahnelendi;
bir yandan da gerçekçi köy oyunları, tarihsel oyunlar, geleneksel Türk
tiyatrosunun özelliklerine dayalı müzikli oyunlar, kabare oyunları, epik
oyunlar yazıldı. Ülkede yaşanan toplumsal siyasal çalkantılardan tiyatronun da
olumsuz bir pay aldığı bu dönemin en başarılı oyunlar, geleneksel Türk
tiyatrosunun anlatım biçimlerini kullanmayı sürdüren Turgut Özakman’ın aynı
biçemi benimseyen Oktay Arayıcı’nın ve Asiye Nasıl Kurtulur? Oyunuyla üne, gene
epik türde yazdığı toplumcu gerçekçi oyunlarla pekiştiren Vasıf Öngören’in
ürünleridir.
1980′lerde ise oyun yazarlığı nicelik ve nitelik açısından bir
durgunluk yaşadı. Bu dönemde Refik Erduran, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu,
Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Turgut Özakman, Sabahattin Kudret Aksal,
Recep Bilginer, Güngör Dilmen, Başar Sabuncu, Dinçer Sümer gibi 1950′lerden
yada 1960′lardan bu yana oyun yazmayı sürdüren yazarlar dışında, 1970′lerde yazmaya
başlayan Bilgesu Erenus ve Tuncer Cücenoğlu’nun, yapıtlarıyla 1980′lerde
gündeme gelen Murathan Mungan, Ülkü Ayvaz, Ferhan Şensoy ve Mehmet Baydur gibi
yeni yazarların oyunları sergilendi.
GELENEKSEL TÜRK TİYATROSU
Geleneksel Türk tiyatrosu seyirlik, köy oyunları ve halk tiyatrosu
geleneğini içerecek bir biçimde, hem sözsüz, hem de söze dayanan dramatik
nitelikli oyunlar için kullanılmaktadır. Seyirlik köy oyunları eski Ön Asya
uygarlıklarının bolluk törenleri ile Anadolu’ya göç etmiş Türklerin atalarının
kültüründe yer alan şaman törenlerinin birleşiminden oluşmuştur. Seyirlik köy
oyunlarının yanında, gene şaman kültüründen izler taşıyan köy kuklası’da bugün
varlığını sürdürmektedir. Şii kültürünün ürünü olan taziye geleneğinin izleri
de kırsal kesimde muharrem törenlerinde anlatı düzeyinde görülür.
Daha çok kentsel kesimde gelişmiş olan halk tiyatrosu geleneği
içinde söze dayalı türlerin başında meddah, kukla, Karagöz ve Ortaoyunu yer
almaktadır. Doğu kökenli çok eski tür olan Türk kuklası Avrupa kukla sanatının
etkisi altında da kalarak gelişimini 19. yüzyılın sonuna değin sürdürmüştür.
Geleneksel Türk tiyatrosunun gerek kırsal, gerekse kentsel kesimde
görülen türlerinin ortak özelliklerinin başında, yazılı bir metne değil
doğaçlamaya dayanması ve belirli bir tiyatro yapısı ya da sahne gerektirmesi
gelir. Şarkı, dans, söz oyunları ve taklit geleneksel Türk tiyatrosunun
vazgeçilmez öğeleridir. Geleneksel Türk tiyatrosu, 19. yüzyılın gerçekçi
benzetmeci Avrupa tiyatrosunda yansıyan “kapalı biçim” anlayışının tam tersine,
“açık biçim” özellikleri gösterir. Geleneksel Türk tiyatrosunun temel öğesi
güldürüdür. Geleneksel Türk tiyatrosunda oyun kişilikleri tip düzeyindedir,
karakter boyutuna ulaşmaz. Bu tiyatronun bir başka özelliği de sürekli bir
sergileme düzenine bağlı olmayıp bayram, düğün, sünnet vb. çeşitli toplumsal
olaylar içinde yer almasıdır.
Meddahlık Türklerde Orta Asya’dan bu yana var olan hikaye anlatma
geleneğinin İslam kültüründeki benzer gelenekle birleşmesiyle gelişmiş, son
biçimini 16. yüzyılda kahvehanelerin açılmasıyla almıştır. Türk halk tiyatrosu
geleneğinin en önemli ürünleri olan Karagöz ve ortaoyunu ise özellikle büyük
kentlerde yaygınlaşmıştır. Karagöz yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin
egemenliği altında kalan Avrupa topraklarında da etkili bir tür olarak var
olmuştur. Bugün kullanılan adıyla kayıtlara ilk kez 1834′te geçmiş olan
Ortaoyunu, halk tiyatrosunun en gelişmiş türüdür. Karagöz, kukla, meddah
oyunlarıyla başka yerli seyirlik öğelerin bir bileşimi sayılabilecek
ortaoyununun daha önceki yüzyıllarda da kol oyunu, meydan oyunu, taklit oyunu,
yeni dünya oyunu gibi adlar altında var olduğu bilinir. Ortaoyunu ile Rönesans
dönemi İtalyan halk tiyatrosu commedia del’arte arasındaki hem adlarına, hem de
yapılarına ilişkin benzerlik ise bütün araştırmacılarca kabul edilmektedir. 19. yüzyılın sonlarıyla
20. yüzyılın başlarında altın çağını yaşayan ortaoyunu, Tanzimat’ta
benimsenmeye başlayan Batı modelindeki tiyatro ile uzun süre yarışmış,
Cumhuriyet’ten sonraysa öbür geleneksel türlerle birlikte silinmeye yüz
tutmuştur.
No comments:
Post a Comment